Altınoluk: Efendim, mâlumu âlîniz, Temmuz ayı merhum Mûsâ TOPBAŞ Efendi -rahmetullâhi aleyh-’in vefatının sene-i devriyesi. Bu yılki sene-i devriye, Ramazan ayına denk geliyor. Bu münâsebetle, Mûsâ Efendi’nin başta Ramazan ayının ihyâsı konusundaki hassâsiyetlerinin neler olduğunu, Ramazan ayını nasıl karşıladıklarını, bu günlerde Mûsâ Efendi’nin dünyasında neler değiştiğini, iftar sofralarının nasıl olduğunu, bu sofralarda kimlerin bulunduğunu zât-ı âlîlerinizden dinlemek isteriz.
Rahmetli babam Mûsâ Efendi, Ramazân-ı Şerîf’e çok îtinâ gösterirdi. Evimiz huzur ve neşe ile dolardı. İftarların mânevî lezzetine ise doyum olmazdı.
Meselâ bu iftarlarda;
Bir gün temizlik işçileri davet edilirdi. Kendilerine îtibar edilerek izzet ve ikramda bulunulurdu. Sonra da çıkarken eskilerin “diş kirası” tâbir ettikleri kabilden ihtiyaçlarına göre hediye paketleri hazırlanırdı.
Diğer bir gün faytoncular / arabacılar davet edilirdi.
Bir gün hoca efendiler, bir başka gün komşular, diğer bir gün de akrabalar buyur edilirdi.
Herkese, teşriflerine teşekkür olarak seviyelerine göre hediyeler ikram edilirdi.
Bütün bu gayretlerdeki niyetler, bir mü’min gönlüne girebilmek, bir gönül sarayı inşâ etmek, fukarâ ve gurebâdan ulemâya kadar herkesin duâsı ile âbâd olabilmek arzusu idi.
Bu itibarla iftar davetlerinde özellikle fakir-fukarânın unutulmamasına ihtimam gösterilirdi. Şimdiki gibi lüks lokantalarda ve sadece muayyen bir grubu davet etmek gibi yanlış davranışlar yoktu.
Gönüller, fakir-zengin herkesi kucaklardı. Hattâ fakir ve gurebâya ezilmesinler diye daha fazla alâka gösterilirdi. Öyle ki muhtaç, gün görmüş zevâtın mihnet altında kalmamaları için nezakete dikkat edilir, zekât ve sadaka zarflarının üzerine îtinâ ile:
“Muhterem ………. Efendi, kabul buyurduğunuz için teşekkür ederiz.” ifâdesini yazmak, ihmal edilmez bir infâk âdâbıydı.
Çünkü zekât ve sadakalar:
“Sadakaları Allah alır.” (et-Tevbe 104)âyet-i kerîmesi muktezâsınca Allâh’a verilirdi. Bu meyanda Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in:
“Hiç şüphesiz ki sadaka, muhtaç onu almadan önce Allâh’ın (kudret) eline geçer. (Yani muhtaca verilen sadakaları önce Allah alır, sonra fukaraya devreder.)” (Münavî, Künûzü’l-Hakāyık, s. 34) hadîsinin düstûru ile hareket edilirdi.
Hastalara kapalı kaplarda yemekler gönderilirdi. İnsanların yanı sıra hayvanâta da ikram etmek ihmal edilmezdi. Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat ve merhamet hissiyatıyla ciğerler alınır ve hayvanâta ikram edilirdi.
Muhterem Pederim, her vesîleyle sevenlerini ve yakınlarını, Allâh’ın ihsân ettiği nîmetleri, O’nun rızâsı istikâmetinde cömertçe sarf etmeye teşvik eder ve şöyle buyururdu:
“Evlâdım, mutlakâ riyâzat hâlinde yaşayın ve Allâh’ın verdiklerini, yine Allah için infâk edin! Riyâzat hâliniz sadece üç aylara ve Ramazan’a mahsus olmasın! Onu, hayatınızın her safhasına yayın ve ihtiyaç fazlasını Allah yolunda infâk edin! Şunu iyi bilin ki, Dolmabahçe veya Topkapı Sarayı’nda bile yaşasanız, yine riyâzatla yaşamaya mecbursunuz. Onun için malı da mülkü de ancak kalbinizin dışında taşıyın. Eğer ihtiyaç fazlasını Allah yolunda infâk etmezseniz, Allâh’ın verdiği nîmetlere karşı nankörlük etmiş olursunuz. Unutmayın ki, infâk edilmeyen nîmetler ziyan edilmiş demektir. Ziyan edilen nîmetler de hesâbı çok ağır birer âhiret vebâlidir.”
Yani iktisat terbiyesine çok önem verirlerdi.“Hayatınızdan israfı ne kadar keserseniz, o kadar infâkınız artar.” derdi.
Meselâ biz İmam Hatip’e giderken üç vasıta değiştirirdik. Erenköy’den Kadıköy’e kadar otobüs ile gider, Kadıköy’den Karaköy’e vapurla geçerdik. Oradan da Vefa’ya tramvay ile giderdik. Yani şimdiki gibi bir konfor yoktu. Gidiş-gelişimiz takriben üç saati bulurdu. “Çocuklar servisle gitsinler demezler” bizleri iktisada ve umumî halk gibi yaşamaya alıştırırlardı.
Henüz çocuk yaşlarımızda iken biz evlâtlarını terbiye etmek için, aldığımız portakal veya elmanın fiyatını sorması ve:
“–Çarşıdaki bütün fiyatları öğrendiniz mi?” buyurmaları da, bizlere iktisatlı olmayı öğretmek içindi. Bütün gâyeleri, ihtiyaçlarımızdan tasarruf ettirip, bizleri daha çok infak etmeye alıştırmaktı.
Yine Rahmetli babam, ayakkabım delinmeden bizlere ikinci bir ayakkabı almazdı.
“Oğlum sana altı pençeli demir ayakkabı yaptırmak lâzım” derdi. Çünkü o zamanlar köseleler çok fazla dayanıklı olmadığı için çabuk eskirdi. Ayakkabılarımızı Beykoz’dan alırlardı. Estetiği olmazdı ama, o zamanlar Beykoz’un ayakkabılarının köselesi nisbeten daha dayanıklı idi.
O zamanlar gariplik devri idi. Hoca efendilerin, imamların maaşları çok azdı. Normal memur maaşlarının üçte biri kadar maaşları vardı. İmamlık ve müezzinlik, büyük bir fedakârlık gerektiriyordu.
Allah râzı olsun, bu hoca efendilere sahip çıkmak gibi çok güzel hassasiyetleri vardı pederimin. Güçleri yettiği kadarıyla eş ve dostlarına ikram eder, bu hoca efendilere, imam efendilere kabulü ricasıyla nezaketli bir şekilde hediyeler takdim etmeyi de aslâ ihmal etmezdi. Gönderdikleri zarfların üzerine de mutlaka;
“Kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz.” diye yazarlardı.
Özellikle Ramazan ayı gelince hem imam efendilerin kendilerine, hem de âilelerine kumaş, zekât ve muhtelif hediyeler gönderilirdi…
Yine fukarâya bir paket ikram edecekleri zaman da bunun en güzel bir şekilde ambalajını yaparlar, gayet güzel bir şekilde ve nezâketle, incitmeden, gönül alarak takdîm ederlerdi. Alan mesrur olur, veren de huzur duyardı. Biri, Allah’tan geldiğini kabul ederek alır, diğeri de Allâh’ın verdiği bu emâneti yerine tevdî etmiş olduğu için sevinirdi.
O zamanlar fakir ve zengin aynı mahallede otururdu. Şimdiki gibi biri bir kesimde diğeri diğer kesimde ayrı ayrı yaşamıyordu. Şimdi alt kattaki insan, üst kattaki komşusunu tanımıyor.
Zenginin evi ile fakirin evi arasında çok büyük farklar da yoktu. Zenginin eviyle fakirin evi arasında ancak bir sedirin üzerindeki kumaş farkı vardı. Zengin ile fakir, aynı mahallede birbirlerinin âdeta sigortası idi.
Mesela her mevsim, tarhanalar, reçeller, yani kışın tüketilecek olan gıdalar ortaklaşa yapılırdı. Mahallece yapılan tarhanalardan, reçellerden mahallenin fakir ailelerine de hakları mutlakâ verilirdi. Böyle bir kardeşlik ortamı vardı.
Zekât ve hayrât konusundaki hassasiyetleri bakımından şu hatıramı da paylaşmak isterim ki;
Rahmetli pederim Mûsâ Efendi, bana hayır ve zekât defterini gösterir;
“Şu sayfa zekâtım, şu sayfa da hayrâtımdır. Nefis dâimâ insanı aldatır. Az bir hayrı çok gibi gösterir. Bunun için muhakkak zekât ve hayrâtınızı ayrı ayrı yazın. Hayrâtınız da zekâtınızın -bilhassa zor zamanlarda- çok çok ötesine geçsin!” tavsiyesinde bulunurdu.
Mûsâ Efendi-rahmetullâhi aleyh-Hazretleriʼnin Ramazân-ı şerîfte, Harameyn’de açtığı iftar sofralarına gösterdiği îtinâ ve ehemmiyet, bunun yanında Server-i Âlem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i ziyaret ederken büründüğü edep ve hürmet, onun Cenâb-ı Hakk’a olan müstesnâ tâzîminden ileri geliyordu.
Diğer taraftan, Allâh’ın Kelâmı’yla olan ülfet ve dostluğu, sadaka ve zekât verirken hissettiği sonsuz minnet, nezâket ve emânet duyguları, yine onun Cenâb-ı Hakk’a olan yüksek tâzîm hissiyatının birer tezâhürüydü.
Hâsılı muhterem pederim, Ramazanlarda Hâlık’ın şefkat nazarıyla mahlûkata bakışın bütün güzelliklerini, nebevî bir ahlâk ile sergilemeye gayret eder ve bu hissiyat ile, gönülleri ihyâ etme seferberliği içinde yaşardı.
Nitekim ömrünü, âdeta bir Ramazan iklîminde yaşadı. Ardında da nice fazîlet hatıraları ve gök kubbemizde hoş sadâlar bırakarak bu fânî âleme vedâ etti.
Rahmetullâhi Aleyh!..