Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı koltuğunu dün itibarıyla Ahmet Eşref Fakıbaba’ya devreden Faruk Çelik, göreve geldiğinin ilk senesinin neredeyse tamamını sektör sektör dert dinleyerek; konu ile ilgili bilgi ve görüş toplayarak geçirmişti. Ardından da geçtiğimiz Ekim ayında hükümetten gelen bir müjde ile kapsamlı bir “Milli Tarım Reformu” açıklanmıştı. 2017 başında “devreye sokulan” Milli Tarım Reformunda, aradan geçen yarım yıllık sürede, teşviklerde “reform” sözcüğünün altını dolduramayacak biçimde yapılan birkaç değişiklik sonrasında kayda dşayet adımlar atıldığını söylemek basit değil.
Tarımda bilhassa son 20 yılda ağırlaşan problemlerin yüksek gıda enflasyonu ve bilhassa et fiyatları ile elle tutulur haline gelmesi hernet malumu.  Fakat günü kurtaracak çözümler için artık çok geç olmasından, gerçekten problemin köküne inmeden iktidarı rahatsız eden yüksek gıda fiyatlarına çare bulmak da olası değil.  Aranan mucize belki de bakanın koltuğuna mal olacak biçimde, Gıda ve Tarımsal Ürün Piyasaları İzleme ve Dşayetlendirme Komitesinin (Gıda Komitesi) aldığı palyatif önlemlerle doğal olarak gelmeyince de, şimdi bir kez daha oyunun ortasında tarım sektöründe “takımın” değiştiğini görüyoruz.
En son hata: Haçünkün’da ithalat vergisini indirmek!
27 Haçünkün günü Resmi Gazete’de çıkan bir Bakanlar Kurulu kararıyla canlı hayvan, karkas et, buğday, arpa ve mısır ithalatında gümrük vergisinin düşürüldüğü açıklandı. 2017 yeni destek programı açıklaması beklerken, ithalat vergisinin canlı hayvanda %135’ten %26’ya;  karkas ette %100’den %40’a ve hububatta %130’dan %25-40 aralığına indirilmesi üreticide şok etkisi yarattı. Bu kararlar, yükselen gıda enflasyonunu kontrol altına almak için kurulan Gıda Komitesi’nin birkaç toplantısının ilk meyvesi olarak açıklandı.  Basından yansıyan da, kararın zaman içindeması ve içeriği olarak Tarım Bakanlığı’ndan çok Ekonomi Bakanlığı’nın borusunun ötmüş olduğu.
Üretici açısından; hatta tüccar ve sanayici açısından da ithalat vergisinin indirilmesi kararının Haçünkün sonu gibi tam hasat döneminin en ateşli yerinde açıklanması şok etkisi yarattı.  Yoksa Türkiye’de arz-talep dengesini gözetmek; makarna-unlu mamul gibi artan ihracat isteğini de düşürmek adına hububatta ithalat vergisinin indirilmesi ilk defa olmuyor. BU tip kararlar buğday hasadına birkaç kala, stokların da dip seviyelere indiği Şubat-Mayıs aylarında alınıyor genellikle.

Et konusunu şimdilik bir kenara ayırarak, önce buğday özelinde konuşalım.  Sanayicinin tüccarın stokladığı buğdayı mı alacağı yoksa ithalata mı yöneleceği belli olmadığından, tüccar-üretici bağı aniden zayıflayınca buğday fiyatında ani düşüşler yaşandı. İthalat daha gerçekleşmeye bile yakın değilken, vergilerin indirilmesiyle yolun açılmış olması piyasayı darmadağın etti.
Ortaya çıkan durumu “toparlamak” adına da hemen sonrasında “ithalatta gözetim” uygulaması devreye sokuldu. Şimdi buğday, mısır ve arpa için belirlenen gözetim fiyatı ton başına 200 dolar.  Bunun anlamı da söz konusu ürünleri ithal edecek firmanın satın alma maliyeti ne olursa olsun, tonunu 200 dolardan fatura etmek ve bu rakam üzerinden de vergi ödemek zorunda olması.  Mevcut dolar kuruyla ithal buğday maliyetinin TL1030 civarında olması aslında iç piyasa fiyatını daha cazip kılarken, ani bir ithalat patlaması beklemenin çok anlamlı olmadığını gösteriyor.
Bu tip kararları alanların sorumluluk bilinçlerinin çok daha yüksek olması gerekiyor.  Buğday özelinde her iki adımın neden birlikte atılarak ani fiyat düşüşlerinin önüne geçilmediği, esasen finansman zorlukları sebebiyle ürününü tüccara satmak zorunda olan çiftçinin ani fiyat düşüşlerinden koca bir yılını ve hatta belki gelecek yılını da kaybedebileceğini hesaplayamamak kabul edilebilir bir durum değil.
İşin et kısmına gelince.
Türkiye esasen uzun zamandır ister yem hammaddesi ister canlı hayvan ithalatı olsun; uzunca bir süredir hayvancılıkta dışa bağımlı.  2010’dan bu yana besilik ve kasaplık hayvan ithalatı yapılıyor.  ESK’nın rapor ederından ortaya çıkan 2016 yılında yalnızca canlı besi ve kasaplık hayvan ithalatının büyükbaşta %125, ufakbaşta %60 düzeyinde arttığı. İhracat ise aynı kalemlerde geçen yıl, sıfır.  Sığır ithalatında Avrupa lideri, dünyada ise ikincisi olmak utanç verici. Türkiye gibi esasında ufakbaş yetiştirmeye oldukça elverişli bir arazide hayvancılığın kendiliğinden yetersiz hale gelmesi gerçekten çok acı bir durum.  Milli Tarım reformu kapsamında amaç yerli hayvan varlığının, üretimin artırılması olarak belirlenmişken; oluşturulan hayvancılık bölgelerine göre üretim planlanma aşamasındayken ithalat “korumasının” indirilmesinin elle tutulur pek bir yanı görünmüyor.  Üstelik yeni kararnameyle besi hayvanı ile kasaplık hayvanın ithalat vergisinin eşitlenmesi, iki farklı tipte hayvanın bakım sürelerinin büyük farkın sebebiyle karar alıcılar tarafında sektör bilgisinin ne kadar eksik olduğunu da yansıtıyor.
Ali Ekber Yıldırım’dan öğrendiğimize göre bu sene içinde tekrar karkas et ithalatının başlamasının yanısıra yakın zamanda ufakbaş hayvan ithalatı için de hazırlık yapılmakta.
Siz şimdi üretici veya yatırımcı olsanız, Milli Tarım Reformu/Milli Hayvancılık Politikası’ndan güç alarak var gücünüzle bin bir emekle hayvan üretmeye mi çalışırsınız; yoksa hayvan/karkas et ithal edip yüksek fiyatlar hazır pazardayken hemen kestirme yolda cebinizi doldurmaya mı çalışırsınız? 
Kararname ile ilgili son sözü söylemiş olan Gıda Komitesi’nin kanaatlerini ise sevgili İrfan Donat’ın yazısından öğrendik.  İrfan Donat’a yapılan açıklamalardan Merkez Bankası koordinasyonundaki Gıda Komitesi’nin yeni vergi seviyelerini çiftçiyi ithalattan koruyan mekanizmasının kaldırılması olarak değil; “ihracat bacağı olan yeni bir dış ticaret modeline geçiş” olarak gördüğü.  Bu da ne demek derseniz, amacı üretici ve tüketiciyi üzmeyecek bir fiyat seviyesini yakalamak.  Bunun için de %130 gibi “aşırı” bir seviye yerine kar marjı-enflasyon-fiyat dengesi yakalamak.  Bazen yüksek-bazı durumlarda düşük vergilerle fiyatlarda oynaklık ortadan kalktıkça stokçu ve aracıların aradan kalkacağını ve üreticinin de zarar görmeden üretmeye devam edeceğine inanıyorlar.
Bir ekonomist olarak uzun vadede böyle bir “modelin” neyi hedeflediğini anlamak mümkün.  Ancak bunun yanı sıra bir üretici/çiftçi olarak bakınca masa başında modellemeler yoluyla alınan bu kararların neden hiçbir geçiş dönemi düşünülmeden, üreticiye en zayıf olduğu hasat zamanında yumuşatılmadan empoze edildiğini kavramak basit değil. “Hesapladık, üretici bu vergi oranıyla enflasyona ezilmeyecek; kar edecek” veya “ithalat esasen izne bağlı hala hemen yapılmayacak ki” demek; çift hanelerde dolaşan tarımsal ÜFE karşında açıklanan 2017 taban fiyatlarının hiç dikkate alınmadığını ve bir de vergi indirimi haberinin piyasada yaratacağı etkiden bihaber olmak demek bunun yanı sıra.
Konunun bir diğer önemli boyutu daha var. İthalat vergi indirimleriyle hedef oynaklığı önlemek ise, kararname ile açıklanan vergi oranlarının da uzunca bir süre değiştirilmemesi gerekiyor. Bakliyattan sonra hububat/et ithalatında verginin sürekli düşük olması hali ithalatın Türkiye’nin tarım sektöründe hızla “kurumsallaştırılması” anlamına da geliyor.
Tarım sektörüne verilen önemin dünya ölçeğinde arttığı ve hem küresel ısınma hem de hızla artan nüfus eşliğinde tarımın bir kez daha stratejik sektörler arasına girerek yüksek biçimde korunduğu bir dönemden geçiyoruz. Türkiye’de ise tarım sektöründeki programlar bu gerçeklikten kopuk bir yolda görünüyor.
Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı oluşunu “sürpriz” olarak değerlendiren Sayın Fakıbaba’nın Gıda Komitesi’nin aldığı bu son kararları nasıl değerlendirdiğini ve daha da önemlisi tarım sektörünün kemikleşen sorunlarınin çözümüne nasıl yaklaşacağını merak etmemek olası değil. 
Nasıl faiz enflasyona göre değişmekteyse; tarım fiyatlarında yükseklik de tarımsal üretim modelinin hatalarından kaynaklanıyor. Enflasyonu indirmeden faizi indirmek ne kadar gerçeklikten kopuksa; gıda fiyatlarını düşürmek için de üretim yerine çözümü ithalatta aramak da bir o kadar hayalî bir yaklaşım.      

Editör: TE Bilişim